Gökyüzüne Kement Atan Kız - Röportaj - Adnan Binyazar
GÜLTEN DAYIOĞLU
(Gökyüzüne Kement Atan Kız)
Türk Çocuk ve Gençlik Edebiyatındaki Yeri
Adnan Binyazar
Gülten Dayıoğlu yarım yüzyıldır edebiyatın içinde öyküler, romanlar, izlenimsel eserler yazıyor. Bu uzun yolda yaşadıklarını yazma serüveniyle kaynaştırarak anlattığı kitabına Yaşadıklarım ve Düşlediklerim adını verdi. Kitabın ana temasını oluşturan her insana özgü yaşama sürecinin anlamını da özetleyen “yaşamak” ve “düşlemek kavramları, Dayıoğlu’nun yaşadıklarıyla yazdıklarının altın anahtarıdır.
Döl
Bu uzun yolun aşamaları izlenmeden Dayıoğlu’nun yazınsal kişiliğine yönelik bir yargıda bulunulamaz. Dayıoğlu, Türkiye’nin en uzun ömürlü ödüllerinden 1965 Yunus Nadi Armağanı’nı “Döl” adlı öyküsüyle almadan da, “kolay yayımlanacağını” düşünerek çocuğa yönelik kitaplar yazmaya başlamıştı. “Döl”ün ödüllendirilmesi, onun, yaşanmışlıklarla beslenen yazarlığının onaylanmasıdır. Bugün çocuk ve gençlik yazınının ünlü bir yazarı olarak anılmasında, “Döl”ü oluşturan birikimlerinin, okuyanı sarmalayıcı üslubunun etkisi büyüktür.
Dayıoğlu’nun, “Döl”ü 1970’lerde, eşiyle birlikte biriktirdikleri beş bin lirayı elden çıkararak yayımlama çabalarını, yazarın, Anadolu köylüsünün gerçeğini yansıtan bu öyküye beslediği vefa borcuna bağlıyorum. Yaşadıklarının, gözlemlerinin yazar gözü duyarlığına dönüşmesi “Döl”ün ürünüdür. Daha küçücük bir kız çocuğu iken, günlerce sancı çekmesine karşın dölünü yitiren köylü kadının acısı, yazınsal anlamda onun da acısı olmuştur. Özveriyle basılan kitapta, “Döl”ün yanında, her birinde ayrı bir acı olayın anlatıldığı “Gül Gelin”, “Elif Kız’ın Öyküsü”, “Ortak”, “İç Sızısına Bilezik” öyküleri de yer almıştır.
Yazarı sanatsal yeteneği besler. Döl’le ödüllenen Dayıoğlu, kesinlikle inanıyorum ki, ondan sonrakilerini yazarken kalemi daha güvenle eline almıştır. Dağıtımı sorunlar yaşatsa da Döl, onun yaratıcı yazarlığının ilk dölüdür. O yıllarda önseçiciler kurulunda bulunan Doğan Hızlan, “Dayıoğlu, kendi savaşını vererek, türünün üstlerine tırmandı. Ulusal sınırlardan çıkıp gene kendi çabalarıyla uluslararası alana ulaştı,” diyor.
Dayıoğlu, kitapta kendini anlatmaya başlarken, “Eserlerimle ben bir bütünüz. Başka bir deyişle, eserlerimin yazılış öyküleri, yaşadıklarımla düşlediklerimin bileşiminden oluşuyor,” diye tanıyı koyarken, hemen onun altında, çocukları olayın içine sokan sürükleyici üslubuna da değiniyor: “Eserlerimin yazılış serüvenlerini anlatırken, kuru bir zaman dizgesine bağlı kalmıyorum. Olan biteni, yerine göre zaman dilimlerini, ileri geri akıtarak aktarıyorum.”
Yaşamak, düşlemek
Yaşadıklarının ışığında yazarlığını anlattığı kitabının hemen her satırında “yaşamak, düşlemek” kavramlarına açılımlar getirirken, annesinin deyimiyle düz duvara tırmanacak, gökyüzüne kement atacak denli yaramaz bir kız olduğunu, nice büyüse, olgunlaşsa hep öyle kaldığını vurguluyor: “Eserlerimi yazarken, bir bakıma gökyüzüne kement atıyorum. Düşler, düşünceler, türlü fanteziler, en çok da yüreğime sığdıramayacağım kadar sevgi ve coşku yakalıyorum.”
Yazar, yaşadıklarının yaratıcısıdır. Yaşadıklarından beslenmeyen yazar yoktur. Bilinçli ya da bilinçaltı arayışlarıyla; yazarın yaşadıklarıyla yazdıkları birbiriyle örtüşür. Üslubu da ona göre biçimlenir. Yazar ister Goethe gibi saraylarda büyüsün, ister Jack London gibi elbise temizlikçiliği yapsın, ya da Yaşar Kemal gibi, Çukurova tarlalarında kızgın güneş altında kavrulsun; acıyı aynı yürekle duyar. Bir yazar, Dayıoğlu gibi, geçmişte yaşadıklarına çocuk gözüyle bakıyorsa, onun yaratıcılığını besleyen damarlar, çektiği acılar, yaşadığı sevinçler, belleğinde silinmeyen izler bırakan algılarıdır.
Yaşadıklarıyla yazdıkları arasında sıkı dokulu bir bağlantı kuran Márquez Anlatmak İçin Yaşamak adlı kitabında, yaşadıkları ya da düşsel, varlıkların gerçek olup olmadığıyla ilgilenmez. Onu ilgilendiren, gerçekmiş gibi algılamaktır. “İster düş olsun ister gerçek, doğru olan, onu hayalimin bir saptırması olarak değil, yaşamımın bir harika deneyimi olarak kabullenmektir.” der. Sanatsal yaratıda doğrudan algılama, algılananı olduğu gibi yansıtma diye bir olgu yoktur. Yaşananlar, gözlenenler, aynı biçimde algılanmaz, yazarın yaratıcı dünyasında oluşum geçirerek dışarıya yansır. Márquez’in vurgulamak istediği, “yaşamanın harika deneyimi” budur. Dayıoğlu’nun yazı dünyasında, yaşadıklarıyla düşledikleri arasındaki dengede bir kayma olmamıştır. Dayıoğlu, gerçeklik duygusu yaratan bu dengeyle çocuk ve gençlik yazınında kendine özgü bir yer tutup kitlenin yazarı olmuştur.
Çocuk yazını
Yazı alanında çocuklara yönelik yazan yüzlerce yazar var. Çoğu, olay anlatımında çocukça roller üstlenerek, içeriksiz cümlelerden oluşan anlatımlar kurarak çocuğun dünyasına girip ona bir şeyler kazandıracağını sanıyor. Oysa çocuk yetişkin değildir ama düşünen, duyumsayan bir varlık olarak yetişkinlerin arasında yaşamaktadır. Çocuğun en büyük düşmanı yapaylıktır. Ona tarla toprağı kadar doğal eğitimsel ortamlar yaratılmalıdır. Çocuk, çocukluğun o doğal toprağından kopartılmamalı; yazınsal ürünler, o toprağı verimli kılıp çocuğun yaratıcılığını geliştirici nitelikte olmalıdır.
Dayıoğlu, yazdıklarının bu doğal ortamı nasıl yarattığının ipuçlarını veriyor: “Bu anıların pek çoğunun, eserlerimin yazılışını tetikleyen öğeler olduğunun bilincine vardım. Yaşam boyu, beni derinden etkileyen, sevindirip coşturan, güldürüp şaşırtan, içimi acıtıp ağlatan, ürkütüp korkutan nice olaylarla karşılaşmıştım. Nicelerini canımı dişime takarak göğüslemiştim. Sonra her şeyi sindirip özümsemiş, bileştirerek, binbir renkli çiçek demetini andıran öykülere, romanlara dönüştürmüştüm.”
Yazdıklarının artalanını içtenlikli, abartısız bir dille okura açan Dayıoğlu, Yaşadıklarım ve Düşlediklerim (Yetmiş İki Kitap Bir Hayat) adlı kitabını, yaşadıklarıyla düşlediklerini harmanlayarak yazdığını belirtirken, çocuklara yönelik eserlerde doğal ortam yaratmanın ipuçlarını gösterirken soruyor: “Her alanda yaratıyı tetikleyen bir etken var. Yeter ki yaratıcı kişiler uyanıklık, farkındalık konumunda bulunsun. Acaba ilham bu mu?”
Elbette ilham değil bu! Her şey emekle olur. İlham; duyarlığın zenginleşmesidir, ne yaptığının bilincinde olmaktır, bir işi kotarma direncidir, yaratıcılığı besleyecek bilgi birikimidir, okuma alanlarını genişleterek bir beğeni düzeyi yaratmaktır... Dayıoğlu’nun, yaşadıklarını, düşlerini anlatırken bunları gerçekleştirmede nasıl güçlü bir irade gösterdiğine tanık oluyoruz. Özellikle genç bir hanım olarak kitaplarının basımında gösterdiği direnç, bu ilişkilerde yarattığı güven duygusu anılmaya değer. Dayıoğlu bu gücü, iyi bir öğretmen, iyi bir anne, özverili bir eş, her şeyden önce, çocukları duyarlı bir ruhla kavrayan bir insan olmasından alıyor.
İyi bir öğretmendir
Dışarıdan sınavla öğretmen oluyor. Olmakla kalmıyor, öğretmenliği meslek edinip, eğitim, psikoloji kitapları okuyarak, yıllarca öğretmen okullarında öğrenim görenlerin çoğundan başarılı öğretmenlik yapıyor. Öğrencilerle ilgili değerlendirme dosyalarını doldururken, kendi deyimiyle “kafadan atma” önyargılı yaklaşımlarla değil, onları her yönüyle gözlemleyerek, her çocuğun sosyal, ruhsal, duygusal durumunu göz önünde bulundurarak yargıya varıyor. Bu etkileşimle çocuğa öğretmekle kalmıyor, ondan çok şey de öğreniyor.
İyi bir annedir
Dersten çıkıp eve geliyor, çocuklarına masallar, öyküler okuyor. Büyük oğlu Cemal Dayıoğlu annesini şöyle anlatıyor: “Her çocuk gibi ben de öğle uykularında, gece yatarken masallar, öyküler dinlemek isterdim. Annem bu uyku öncesi saatlerinde bana hep yeni masallar, öyküler anlatırdı. Coşku dolu dünyalar sererdi önüme. Annem öğretmendi. Evde ve okulda çok çalışmak zorundaydı. Her uykudan uyanışımda onu yanımda arar, ama hiç bulamazdım. Onun gitmesini engellemek için, masal dinlerken saçlarını parmaklarıma dolardım. Ama bu çabalamam boşa giderdi. Birkaç yıl bu gizi çözemedim. Yatarken sıkı sıkıya saçlarını ellerime sardığım zaman, nasıl oluyordu da bana sezinletmeden, avuçlarımdan kayıp gidiyordu!”
Oğlu, annesinin eleştirmeni olur mu? Önce anneyi dinleyelim: “Küçük oğlum, yazarlıkta epey yol aldıktan sonra yaşamımıza katıldığı için, kitaplarımı okuyarak yazarlığımı tanıma şansını buldu. Eleştirel görüşleri yaşına göre öyle keskindi ki! Giderek başıma, acımasız bir eleştirmen olup çıktı. Onun bu tutumu da beni hep tetikte olmaya ve kendimi acımasızca eleştirmeye yöneltti. Yazdığım her eseri; ister dört yüz sayfalık bir roman, ister birkaç formalık çocuk kitabı olsun, altı kez okumadan yayınevine vermeme gibi bir takıntım var. Sanırım bu takıntı, küçük oğlumun geçmişteki eleştirileriyle kemikleşip, kimliğime yapışıp kaldı.”
Küçük oğlu Murat Dayıoğlu’nun annesine yönelik izlenimleri de şöyle: “Anaokuluna gittiğim yıllarda annem Milliyet Çocuk dergisine her hafta öykü yazardı. Ben onun yazarlık yaşamına işte bu aşamada girdim. Başka bir deyişle, bu öyküleri hep birlikte kurardık. Her fırsatta, kendisinin eleştirmeni olduğumu söyler. Evlenip evden ayrılmama karşın, eleştirmenlik işlevim hâlâ sürüyor. Özellikle romanlarının planlaması aşamasında, konuyu ilk öğrenen ben oluyorum. Ekleme çıkarma yaparken bazen kıyasıya tartışıyoruz. Yazma aşamasına gelince, işine karışılmasından hiç hoşlanmaz. Çünkü artık neyi, nasıl işleyeceğine karar vermiştir. Çok coşkulu olduğu zamanlarda bazen, yazmış olduğu bölümlerden söz eder.”
İyi bir eştir
Çocuklarından söz edip eşinden söz etmemek ona haksızlık olur. Eşi Cevdet Dayıoğlu, yazdıklarını sabahlara dek daktiloya çekecek denli özverilidir. Şefkatli, yumuşak sesinin eşinin yaratıcı yazarlığının ince damarlarını beslediğinden eminim. Onları yıllardır tanıyorum. Cevdet Bey’i hiçbir yerde eşinin bir santim uzağında görmedim.
Sonuç
“Çocuk yazını” görece bir kavramdır. Çocuklara göre yazmak ise eğitimsel bir biçimlemedir. Birçok başyapıt, örneğin Don Quijote, Robinson Crusoe, Gülever’in Gezileri, Sefiller, David Copperfield, Oliver Twist, Jules Verne’in eserleri, Çalınan Taç, Küçük Prens; daha nice ünlü eser çocuklar için yazılmadı ama çocuklar en çok onları okudu, bugün de okuyor. “Eğitimsel biçimleme” kavramıyla, dilcilerin, eğitimcilerin bu yapıtları çocukların anlam alanlarına göre biçimleyebileceklerini belirtmek istiyorum.
Gülten Dayıoğlu, çocukluğunda, duyarlığını derinleştiren olaylar yaşadı. Onun yazarlığının artalanında acıyı kutsallaştıran geniş bir hoşgörü, sevgi, en dar koşullarda bile sevincini yitirmeyen bir duygu birikimi var. Onda öyle sevecen bir yürek var ki, varlığını kızına adayan bir annesi olmasına karşın, üvey annesinden sevgiyle söz edebiliyor!
Onun yazma serüveninin her an içinde olan oğlu Murat, bu sevgiye tanı koyuyor: “Annemin biyolojik yapısının, sürekli sevgi ürettiğine inanıyorum. Yoksa tüm insanları, yaşamı, dünyayı böylesine sevebilir miydi?”
Konuşmamı, dostum Emin Özdemir’in, bu sevginin yüceliğini kavrayarak vardığı şu yargıyla bağlıyorum: “Çocukların yürek sesini dinleyen, yazdıklarını o sesle biçimlendiren bir yazardır Gülten Dayıoğlu.”
Adnan Binyazar
09 Kasım 2013