Çocuklardan Dürüst Olmayı Öğrendim - Röportaj Gazetesi
Gülten Dayıoğlu yetmişi aşkın kitabıyla sanatının 48. yılına girmiş bir isim. Kendi hayatından esinlenerek yazdığı romanı Fadiş ise 40 yaşında. Neredeyse yarım asırlık bu hikaye zamana nasıl direnebiliyor? Bunun sırlarını anlatıyor Dayıoğlu ve tabi ki çocukluğunu konuşuyoruz. Öğretmenlik yaptığı yılları, çocukların dilinden nasıl anladığını, kendi çocuklarına nasıl annelik yaptığını, yani kitaplardan daha fazlasını anlatıyor ve bakın neler söylüyor…
Nasıl bir çocuk ruhuna sahiptiniz?
Yaramazın önde gideniydim. Çok soru sorar, milletin başının etini yer, git başımızdan dedirtecek kadar bezdirirdim.
Aslında göçebe bir çocukluk geçirmişsiniz. Bu sizi savurmadı mı?
Her gittiğim yere uyum sağladım ve hiç eziklik hissetmedim. Sadece Kütahya’dan İstanbul’a göçtüğümüz yılda uyum sorunu yaşadım. Nişantaşı Ortaokulu’nda okudum. Ege dilini konuşuyordum ve giyim kuşamımızda Kütahya ölçütlerindeydi. Kızlar benimle dalga geçiyorlardı. Bir kaç ay için de oraya da uyum sağladım. Kavga da ederdim munis bir çocuk değildim.
Şimdi?
Ben o çocuk değilim. O kadar törpülemiş ki hayat beni. İnanın eğitimin çok etkisi oldu.
Mutlu muydunuz peki?
O farklı. Annem babam ayrı olduğu için, yıkık yuvada ikisinin arasında kaldığım için tabi ki buruktum. Yetmiş yaşımı çoktan aştım. Ama hala annemin babamın ayrı olmasını kabullenemedim. İlk romanım Fadiş’te annesi babası ayrı olan bir çocuğu başkahraman edinmişim. Her şeye rağmen yine de mutlu bir çocukluk geçirdiğime inanıyorum. Pek çok konuda mahrumiyet içinde yaşadım ama yine de mutluydum, neşeliydim.
Yalnızlık hissettiniz mi?
Evet. Hiç kardeşim olmadığı için, herkese kardeşim diye hitap ederim. Yaşlı, genç olsun fark etmez.
Yazmaya ne zaman başladınız?
Annem babam ayrı olduğu için annemdeyken babama, babamdayken de anneme yazardım. Babam yazmazsam çok kızardı. Kabına sığamayan, fevkalade yetenekli biriydi. Ben pek çok özelliğimi babamdan almışımdır. Çok tatlı bir üvey annem vardı. 78 eser ürettim ama üvey anneler için hiç kötü bir şey yazmadım. Babamdayken de anneme yazardım. “Saçım yıkandı, saçlarım örülürken, biraz canım acıdı. ” diye ayrıntılı bir şekilde anlatırdım. Bunlar benim ilk yalnızlık yazılarım. Bazı mektuplar sanırım dert yüklü olurdu. Onları özellikle anneme göndermez yırtardım. Yazarlık yeteneğim olduğunu ilkokul üçteyken öğretmenim saptadı.
Siz kendinizde bu cesareti nasıl buldunuz?
Yazar olmak bilinçli bir tutum değildi. Yazma ırmağına daldığımın ayrımında bile değildim kısacası. O nehirde kulaç atarak, yani sürekli yazarak, zamanla denizlere ulaştım. Eserlerim, İngiliz Alman Macar İsveç Rus, Mısır, Pakistan dillerine çevrilince okyanuslara karışmış gibi oldum diyebilirim.
İlk öykünüzü 15 yaşınızda yazmışısınız. Konusunu hatırlıyor musunuz?
Bir baca temizleyicisinin hikâyesini yazmıştım. Biz o zamanlar Kütahya’da yaşıyoruz. Baca temizlenmediği zaman yangın çıkardı. Çok kez tanık oldum. Bu durum demek ki beni çok etkilemiş.
Hukuk okumuşsunuz, neden?
Bir dönem okudum ama ayrıldım. Zaten o dönemde nişanlıydım, akraba çocuğuyduk. O bana ders çalıştırırdı. O da okuyor ben de okuyordum. Onun okulu bitince askere gitti. Döndüğünde “Hukuk’u bıraktım evlendik. Demek ki, başımızda kavak yelleri esiyormuş. Ama bizimki gerçek bir aşktı açıkçası. Maşallah ve çok şükür, elli üç yıldır evliyiz.
Sonra öğretmenlik sınavını dışarıdan verip öğretmen olmuşsunuz. 15 yılın sonunda neden istifa ettiniz?
Çünkü mide kanaması geçirdim. İki erkek çocuk annesiydim, çocuklarımı sahiplenmek zorundaydım, Gazetede yazılar yazıyordum, romanlar yazmaya başlamıştım, aynı zamanda ev hanımıydım ve evin her şeyiyle ben ilgileniyordum, yetmiyor gibi bir de yetmiş kişilik sınıflarda öğretmenlik yapıyordum. Hangi bünye dayanır buna? Ben de tercih yapmak zorunda kaldım ve öğretmenliği ağlaya ağlaya bıraktım.
Öğretmenlik size ne kattı?
Ben çocuk kitabı yazmıyordum. Yunus Nadi Roman Ödülünü tek başına doğum yapan bir kadının hikâyesiyle aldım. Oradan çocuk edebiyatına geçişimde, öğretmenliğin çok büyük etkisi ve yararı oldu.
Çocukların dilinden anlamının çocuk sahibi olmakla bir ilgisi var mı?
Yazarlıkta pek yok bence. Öğrencilerim beni eğitti. Onlara kitap okutmak istiyorsun, bin bir zorlukla okuma yazma öğretiyorsun, elini tutarak. O çocuklara verdiğim emekler boşa gitmesin diye kitap okutayım dedim. Ayağım boşa bastı. Onlar için kitap aramaya gittiğim de gerçekten çocuğa göre kitap bulamadım.(1960’ların ilk yılları) Ben de elim kalem tutuyor yazayım dedim ve yazdıklarımı öğrencilerime ve kendi çocuklarıma okudum. Onların beğeni ölçülerini yavaş yavaş sezinlemeye başladım.
Siz pedagojik bir eğitim aldınız mı?
Almış kadar oldum. Kendimde bu konu da boşluk görünce çok okudum ve çok araştırdım. Düşünün dışarıdan verdiğim sınavlarla öğretmen olmuştum. Kendimi çok geliştirdim. Eski hocalarım bana bu konuda destek oldular. Kendimi yetiştirmem için kitaplar ve yöntemler önerdiler. Halimden utanıyordum. Öğretmenliğe ilk kez, Başbakanımızın da öğrenci olduğu Piyale Paşa ilkokulunda (1961-1962) başladım. Meslekle ilgili doğru dürüst bilgim yok. Pratiğim yok gerçekten utanılacak durumdaydım. Bu halim onuruma dokunuyordu. Bu nedenle kendimi yetiştirmeyi hedef edindim. Müfettişler de hafta sonları benim gibi sonradan olma öğretmenlere yana yakıla kurs veriyorlardı.
Çocukların dünyasına girmek yetişkinlerden daha zor. Nasıl girdiniz dünyalarına?
Bunun bir formülü yok. Kendimi yetiştirirken, çocuğa nasıl yaklaşabilirim, ona bir şeyi nasıl anlatabilirim? diye düşünüyordum. Gözlem ve sezgilerimle bu soruların yanıtlarını bulmaya başladım. Psikoloji ve Pedagoji kitaplarının da yararı oldu. Sonra kraldan çok kralcı oldum. Cumhuriyet’e sonra Milliyet’e eğitimin aksaklıklarıyla ilgili makaleler yazdım. Yönetime uyarı niteliğindeki bu makaleler çok ses getirdi.
Öğretmenlik yapmışsınız. Peki kendi kendi çocuklarınıza faydalı olabildiniz mi?
Büyük oğlum çok kitap okuyan bir çocuktu. Ödüller alırdı. Ortaokulda gerilemeye başladı. Gözüm hep üzerindeydi. Çok erken yaşta anne olduğum için onunla kardeş gibiydik. Güzel Yalı’da bir yazlığımız vardı. Oraya gitmek için oğlum sabırsızlanıyordu. Dersleri pek parlak değildi. Küçük kâğıtlara notlar yazmaya başladım. “Yazın Güzelyalı’da bisiklete binmek ne güzeldir. Motorla balık tutmak ne güzeldir” diye notlar yapıştırıyorum yatak odasındaki perdelere kitaplıklara. Çocuk gelip bakıyor anlam da veremiyor. “Bunlar ne anne?” Diye sordu. Ben de “içimden geldi yazdım.”diyordum. Aslında çocuk mesajı alıyordu. Bu ve bunun gibi yöntemleri pedagojik formasyonu edindikten sonra uygulamaya başladım. Dolaylı yolla etkilemedir bu. Öğüt vermeden örnekleme. Çocuklarımı eğitirken hep bu yöntemlerden yararlandım. Sakıncası olan konuları sohbet havasında başkalarının hikâyesi gibi anlatırdım.
TELEVİZYONU ŞEKER ÇUVALININ İÇİNE KOYDUM
Çocuklardan ne öğrendiniz?
Saflığı, lafı dolandırmadan, saptırmadan, içinde köpürtmeden söylemeyi. Terbiye sınırlarında dobralığı. Birkaç yıl önce Tüyap kitap fuarında okurlarım kitaplarını imzalatmak için, önümde uzun sıra oluşturmuş bekliyorlar. Sıra annesiyle beklemekte olan ikinci sınıf öğrencisi bir erkek çocuğa geldi. Masanın üzerinde 70’i aşkın kitabım dizili. Çocuk bir kitap seçti. Onu evirip çevirdi. Arka kapaktaki fotoğrafıma baktı. Sonra gözlerin bana odakladı. Kitaptaki fotoğraf kırklı ya da ellili yaşlarımdan kalma. Bu durum çocuğun gözünden kaçmadı. “teyze sen eskiden güzelmişsin” dedi. Bende “oğlum neyimi beğenmedin” dedim. “Yüzün buruşmuş” dedi. O zaman ben de “Haklısın. Neden buruştu biliyor musun? Önümdeki kitaplara bir bak. Her bir kitabı yazarken bir çizgi oluştu yüzümde. Kabahat hep bu kitaplarda ” dedim. Çocuk gülmeye başladı. Yetişkinmişcesine bir tavırla: “haa anladım !” dedi.
Çocukların dünyasına ne kadar vakıfız?
Yetişkinler hızla uzaklaşıyor. Hele günümüzde. Öyle anne babalar var ki o çocuklar sokaktan geçerken eve almışlar gibi. Bıkmış, çocuğu hırpalıyor, hayatın zor koşulları onları gerginleştiriyor. Çocuğuna “bıktım senden seninle mi uğraşacağım” diye bağıranlar az değil. Aileler çocuklarından ya çok uzak ya da yapay olarak çok yakın görünüyorlar. Açıklarını kapamak için, çocuklarına ödün verenler, onlara hediyeler yağdıranlar da az değil.
Çalışan annelerde yetememe duygusu oluyor. Siz yaşadınız mı bu duyguyu?
Evet. İlk çocuğumu dünyaya getirdiğimde çalışmıyordum. Ama yaşam koşulları çalışmamı gerektirdi. Yedi yıl sonra küçük oğlumu dünyaya getirdiğimde çalışma yoğunluğunu aşmış durumdaydım. Sabah erkenden okula gidiyordum sonra özel derslere koşuyordum. Öğle vakitlerinde koştura koştura bebeğimi emzirmeye geliyordum. Eve döndüğümde bebek bana öylesine özlemle ve mahzun bakardı ki çok üzülürdüm. Üstelik cılız da bir bebekti. Yorgunum, bitkinim, okuldan gelmişim. Hemen kollarını açıp onu kucağıma almamı isterdi. Büyük de bana sıkı sıkı sarılırdı. Valla itiraf ediyorum, ben o kış kendi odamda yatmadım. Eşim büyük oğlumla aynı odayı paylaştı. Ben de salonda bebekle yattım. Sabaha kadar onu her istediğinde emzirdim. Doygunluk ve ana kokusu ona çok iyi geldi. Sağlığı düzeldi. Neşelendi. Ama bunu abartamamak lazım… Ertesi yıl yaşamımız düzene girdi.
Disiplinli bir annemiydiniz ?
Evet. Hiç unutmuyorum, televizyonun yeni çıktığı yıllardı. Onun çıkışı hayatımızı birden altüst etti. Büyük oğlum ortaokul yıllarında televizyon yüzünden derslerinden ikmale kalmaya başladı. Baktım çocuğu televizyondan koparamıyorum. “Benim buna bir çözüm bulmam lazım” dedim. Evde bir şeker çuvalı vardı. Televizyonu çuvala koyup sımsıkı bağladım. Evdekilere “Okullar kapanana kadar açılmayacak” dedim. Eşim bir iki gün surat astı. “Bu despotluk” dedi. Fakat çocuk birkaç haftada kendini toparladı. Dersleri düzene girdi. Çocuğa ödün vermemek adına, bu baskıyı yapmak zorunda kaldım. Ertesi yıl, televizyon izleme saatlerini içeren bir program yapıp oğlumun eline tutuşturdum. O zar zor uyum gösterdi.
Çocuklara cinsiyetçi yaklaşır mısınız? Kız ve erkek çocuk ayrımınız var mıdır?
Çocuk çocuktur. Fakat benim bir kusurum varmış çocuklar yüzüme vururdu. Kız öğrencilerimi daha çok sever onlara daha çok eğilim gösterirmişim. Hiç farkında değilim. Belki iki oğlum olduğu için kız çocuğu özleminden midir bilmiyorum. Öğrencilerim “Hocam kızları daha çok seviyorsunuz” derlerdi. Halbuki ilgisi yok. Bazı okurlarımda romanlarınızda kız çocuklarına ağırlık veriyorsunuz diyorlar. Ama yanılıyorlar. Eserlerimi taradıklarında öyle bir ayrıma rastlayamayacaktır. Roman planı yaparken, kahramanların cinsiyetlerinde eşitlik sağlamaya özellikle özen gösteriyorum.
YAŞLILAR ÇOCUKLAŞMIYOR ÇOCUKLAŞTIRILIYORLAR
İnsan yaş aldıkça çocuksulaşıp çocukluğuna geri dönüyor mu?
Ben inanmıyorum. O yaşlıları hafife alma, hatta hakaret gibi geliyor bana. Ne acıdır ki evde yaşlanıp aciz duruma gelen büyükler için genç olanlar “aa buda kocadıkça çocuklaştı” derler. O yüzden yaşlılar da o yargıları üstlerine giyip, çocuklaşmak zorunda kalırlar. Çünkü sözü geçmiyor, evdekilere” kocadıkça çocuklaştı” deyince çocuk oluyorlar.
Aldığınız eğitim ve kitaplar… Sizi nasıl bir insan yaptı?
Tabii hayat insanı yoğurup yontuyor. Üç söyleyeceksen bir söylüyorsun. Bize şunu öğrettiler; boğaz dokuz boğumdur. Bir lafı söylemeden önce sekiz defa yutkunun dokuzuncuda söyleyin. Denedim ben bunu, gerçekten sekiz kere yutkununca dokuzuncuda söyleyemiyorsunuz. “Hazmediyorsun ve yapmayayım” diyorsun. Zaten insanın ne gelirse başından dili yüzünden geliyor. Onu doğru kullandın mı etrafınla daha iyi geçinirsin. Kitaplar işte bu yontulma ve yoğrulma konusunda çok etkili. İnsanı insan kılan tüm ilkeleri kitaplardan öğrenebiliyoruz. Bu bilinç nedeniyle kitap okumak benim için, beslenmek su içmek, solumak kadar önemlidir. Kitapların zihinsel, ruhsal ve duygusal yönden besinlerimiz olduğuna inanıyorum.
Çocuklarla iletişiminizi nasıl taze tutuyorsunuz?
Ben ülke çapında davetli olarak okullara gidiyorum. Okurlarımla buluşup söyleşiyorum. Kitaplarımı imzalıyorum. Bu tür etkinliklerde onlarla nabız nabza, soluk soluğa geliyoruz. Çok mutlu oluyorum. Kısacası çocuklarla sürekli bir iletişim içindeyim. O yüzden onlarla bağıntım güncelliğini yitirmiyor.
Nasıl bir farklılaşma var?
Geçmişteki çocuklarla şimdikiler pek çok yönden farklı. Aslında böyle olması doğal. Çocuklar, sürekli gelişim içindeler. Ama bazı durumlarda bu farklılık beni düşündürüyor. Örneğin duygu, sezgi, düşünce dünyaları sanki biraz karışık. Bunun yanında, bilgisayar ve televizyon nedeniyle sanırım, hem kendi aralarında hem de aile ve hatta toplumla iletişim kopukluğu yaşıyorlar. Daha zor doyuma ulaşıyorlar. Eskiden beğendiğimiz bir çocuk için:” O kadar kâmil ve sessiz bir çocuk ki kafasına vur ağzından ekmeğini al. ” Ama bugün böyle bir çocuk bize yaramaz. Çünkü devir öyle bir devir değil. Tabiî ki çocuk televizyon, bilgisayar gibi oyunlarla zihinleri giderek açıldı. Ufukları gelişiyor, yeni hedefler ediniyorlar. Ama duyarlılıkları yok olmasın. Toplumumuzun değer yargıları hiçe sayılmasın. İkisini de dengede götürsünler. Sevgi, saygı yürek sıcaklığı göz ardı edilmesin. Ben dünyanın üçte ikisini gezdim. Ülkelerin büyük bölümünde hele ki uygarlaşmış ülkelerde yüreklerin buz kesmiş olduğunu görüyorum. Biri köşede ölse, kimsenin umurunda değil. Bizim ülkemizin en üstün yanı o yürek sıcaklığını henüz kaybetmemiş olmamızdır. Bunu toplumumuzun değer yargılarına bağlıyorum. Mukayese ettiğimde ortaya çıkan sonuç bu.
Röportaj: Büşra Sönmezışık
Röportaj: Büşra Sönmezışık